Büyükada.. Martı kahkahalarının, faytonların, deniz kokusunun, çiçeklerle bezenmiş köşklerin kusursuzca birleşimi.Adaya adımınızı attıktan sonra o kusursuz birleşimin bir parçası oluveriyorsunuz.
Bana da aynen bu oldu adaya ayak bastıktan sonra kendimi ada ruhuna kaptırdım başladım sokakları arşınlamaya.Sağ olsun atlar, kediler, martılar hiç yalnız bırakmadılar bu kısa yolculuğumda beni belki fark etmediğim bir kuzgun bile eşlik etmiş olabilir bana :) [ada korunmaya çalışılan bir yaban hayatına sahip.]. Sokaklarda en çok ilgimi çeken kapılar oldu, birçok kapı birçok hayat birbirinden farklı gizli hayatlar. Hayal gücüm beni her kapıdan içeri girmeye zorladı her girdiğim bahçede bambaşka biri oldum kimi bahçede neşeyle çiçekleri suladım, kimisinin paslı sandalyesinde oturup kaybedilenlere üzüldüm, bir anlıkta olsa Rum bir yetim olarak yetimhanenin bahçesinde yakalamaç oynadım. Derken derken en sonunda çıkarken bitmeyecekmiş gibi hissettiren bir yokuş aşıp Aya Yorgi Manastırına vardım.Haliyle biraz yorgunluk vardı tabi. Yüzümü rüzgara vermiş temiz deniz ve çam havasını solurken kendime geliverdim.Biraz kiliseyi bahçesini dolanmaya koyuldum.Şöyle birde tepeden baktım adaya ve etrafına, ufuk çizgisinde belli belirsiz görünen İstanbul bana göz muzırca kırptı bu sakinlik çok sürmeyecek dermiş gibi nitekim de öyle oldu.Vapura bindikten bir buçuk saat sonra, adadaki dinginlik yerini; maçtan çıkan taraftarlara, sokak satıcılarına ve de fazlaca arabaya bırakmıştı.Bu tempoya alışkın olan ben, diğer tüm acelesi olan İstanbullular gibi kalabalığa karışarak yapılacak işler bitmeden günümü tamamlamıştım.